27 Mart 2024 Çarşamba
Minik yavrusunu kucağına almak için gün sayan anne adayları hamilelikte ortaya çıkabilen gebelik diyabeti karşısında paniğe kapılabiliyor.
Halk arasında ‘gebelik diyabeti’ olarak adlandırılan Gestasyonel Diyabet’in hamilelikte en sık karşılaşılan endokrinolojik bir hastalık olduğunu belirten Acıbadem Dr. Şinasi Can (Kadıköy) Hastanesi Kadın Hastalıkları ve Doğum, Perinatoloji (Yüksek Riskli Gebelik) Uzmanı Prof. Dr. Murat Yayla, sorunun erken teşhis edilmesi durumunda kontrol altına alınmasının da kolay olduğunu belirtirken “Gebelik diyabeti, açlık veya tokluk kan şekeri düzeylerinin izin verilen sınırlar dışında bulunması ile teşhis edilir. Bazı türleri ancak şeker yükleme testleri yapılarak anlaşılabildiğinden 24-26 hafta aralığında her gebeden bu yükleme testinin istenmesi genel prensiptir. Diyabeti ne kadar erken teşhis eder ve kontrol altına alırsak bebek ve anne üzerindeki olumsuz etkileri o kadar azaltmış oluruz” diyor. Tedavi edilmeyen yüksek şekerin bebeğin ve annenin sağlığını riske atabildiğini vurgulayan Prof. Dr. Murat Yayla, gebelik diyabeti hakkında bilinmesi gereken 7 önemli noktayı anlattı, önemli uyarılar ve önerilerde bulundu.
Gebelik diyabetinde annenin fizyonomisi bozulabilir, doğum öncesi ve doğumu sorunlu geçebilir. Kanama tedavisine, çeşitli müdahalelere, aletli doğuma (vakum) veya sezaryene gerek olabilir. Bebek doğumda yaralanmalara maruz kalabilir ve doğduktan hemen sonra düşük şeker komasına girebilir. Elektrolit dengesi bozukluğu, sarılık uzaması, kuvöz gereksinimi gibi risklere maruz kalabilir. Annesinin düşüremediği şeker düzeyini kendi pankreası ile düzeltmeye çalışan bu bebekler ileriki yaşamlarında diyabet hastalığına aday olurlar.
Gebelikte fazla kilo alımı, bebeğin beklenenden daha fazla kilolu olması, amniyon sıvısının fazlalığı ve anne adayının ailesinde veya kendi gebelik geçmişinde iri bebek doğumu, diyabet, insülin direnci gibi sorunların bulunması risk faktörleridir.
Gestasyonel diyabeti önlemek veya kontrol altında tutmak için sağlıklı bir yaşam tarzı benimsemek çok önemlidir. Gebelik diyabetinde temel prensip kalori dengesinin sağlanmasıdır. Alınan ve harcanan kalori kişiye ve gebeliğe özgü olmalıdır. Yemek porsiyonları fazla ise azaltılmalı, gün içine yayılmalı, aç kalınmamasına dikkat edilmelidir. Karbonhidrattan zengin gıdalar azaltılırken protein ve yağ gereksinimi en uygun seviyede tutulmalıdır. Günlük aktivite az ise artırılmalı, gebelik egzersizleri ve yürüyüşler ihmal edilmemelidir.
Özellikle beslenmenin düzene sokulması, günlük kalori alımının gebelik haftasına, annenin çalışma şartlarına ve kilosuna göre ayarlanması önemlidir. Hem diyet hem de egzersiz programı belirlenmeli ve buna uyulmalıdır. Gerektiğinde günlük veya haftalık kan şeker düzeyi izlemleri yapılmalıdır. Aylık yerine yüz yüze olmasa da haftalık hekim ve/veya diyet uzmanı ile görüşmeler yapılmalı, haberleşilmelidir. Önemli olan bu tavsiyelere belirli bir disiplin içinde uyulmasıdır. Takipler aksatılmamalıdır. Gebelikte kan şeker düzeyi normal sınırlarda tutulabilirse doğumda görülebilecek riskler de en aza indirilmiş olur.
Gebelik diyabeti tanısı kesinleştikten sonra diyet ve egzersiz programları sorunu düzeltemiyorsa tıbbi tedaviye geçilmelidir. İlk seçenek doğum hekimi gözetiminde yeterli dozda ilaç kullanımıdır. Bu üçlü yaklaşımdan alınacak sonuç kan şeker düzeyi ve bebek gelişimi ile takip edilir ve karşılaştırılır. Sorunda düzelme yoksa endokrinolog veya perinatolog gözetiminde insülin tedavisine geçilmelidir. Gebelik diyabetinin sonraki gebeliklerde tekrarlama riski vardır. Eğer tekrarlamışsa daha sonraki yıllarda tip 2 diyabet riskinin de artacağı unutulmamalıdır.
Gebelik diyabeti genellikle doğumdan 6 hafta sonra tamamen kaybolur. Bunu anlamak için 6 haftanın bitiminde şeker yükleme testi yapılmalıdır. Test normal çıkarsa 3 yıl aralıklarla tekrarlanır. Test sonucu anormal ise tip 2 diyabet teşhis edilmiş olur ve gerekli tedavi verilir. Yeni bir gebelik oluşursa en erken dönemden itibaren diyabet hastalığı gibi takip ve tedavi edilir, o gebelikte artık şeker yükleme testi ile vakit kaybedilmez.
Prof. Dr. Murat Yayla gebelik diyabeti riskini azaltmak için farkındalığın son derece önemli olduğunu belirterek “Genetik özelliği nedeniyle her birey ailesinde diyabetik bir kişi olup olmadığını bilmelidir. Yakın akrabaların geçirdikleri gebelikler ve akıbetleri hem diyabet hem de gebelik diyabeti yönünden sorgulanmalı ve araştırılmalıdır. Gebelik öncesinde ilgili tetkikler, kan şekeri kontrolü ve kilo ayarlamaları yapılmalıdır. Gebelik sırasında şeker yükleme taramalarından çekinilmemeli, zamanı geldiğinde bu taramalar gerçekleştirilmelidir” diyor.
Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı
Ege Üniversitesi Birgivi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Muhammet Caner Ilgaroğlu’nun “Kozmik Dengeden Psiko-Sosyal Dengeye: Farabi Felsefesinde Değer Kurucu ve Koruyucu Bir Unsur Olarak Adalet Kavramının İzdüşümü” başlıklı araştırma projesi TÜBİTAK “2219 Yurt Dışı Doktora Sonrası Araştırma Bursu” programı kapsamında desteklenmeye uygun bulundu.
Program kapsamında Doç. Dr. Ilgaroğlu, İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan SOAS Londra Üniversitesi Felsefe ve Din Bilimleri Enstitüsünde araştırmalar yapacak.
Ege Üniversitesi Birgivi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Muhammet Hanefi Palabıyık ve Doç. Dr. Muhammet Caner Ilgaroğlu, Rektör Prof. Dr. Necdet Budak’ı makamında ziyaret ederek proje hakkında bilgi verdi. Rektör Prof. Dr. Budak, Doç. Dr. Ilgaroğlu’nu tebrik ederek çalışmalarında başarılar diledi.
Araştırma projesi hakkında bilgi veren Doç. Dr. Ilgaroğlu, “Farabi’nin, 10. yüzyılda kozmik bir çerçeveden yola çıkarak insanın ontolojik, psikolojik ve sosyal varlığı bağlamında adalet kavramına yüklediği özgün anlamları, insanla evren arasında kurduğu epistemolojik ve aksiyolojik bağlamlarla teorize etmiş olması kayda değer entelektüel bir başarıdır. Farabi’nin metafiziğine mündemiç olan ahlak ve siyaset felsefesi incelendiğinde insanın kozmik düzenle ontolojik bağının niteliği, bireysel, toplumsal değer dünyasının kuruluş biçimi ve ahlakın kaynağı soruna dair tutarlı açıklamalar olduğu görülecektir. Bu araştırma Farabi’nin felsefe sistemini derinlemesine incelemek suretiyle onun adalet kavramına yüklediği çok boyutlu anlam dünyasının izdüşümlerini ortaya çıkarmayı ve böylece insanın bireysel ve toplumsal değer dünyasının inşasında adaletin değer kurucu ve koruyucu rolünü açıklamayı hedeflemektedir” dedi.
“Batı dünyasında Farabi yorumları araştırılacak”
Doç. Dr. Ilgaroğlu, “Çalışmada nitel araştırma yöntemleri uygulanacak, veri toplama, saha araştırması ve analiz süreçleri takip edilerek günümüzde Batı dünyasında konumuz bağlamında yapılan Farabi yorumlarının güçlü ve zayıf yanları tespit edilerek Doğu-İslam dünyasındaki yaklaşımlarla mukayeseler yapılacak” dedi. Projenin bir yıl içerisinde tamamlanması ve sonrasında nitelikli akademik yayınlara dönüştürülmesini hedeflediklerini ifade eden Doç. Dr. Ilgaroğlu, “Farabi’nin klasik eseri ‘el-Medinetü’l- Fâzıla’yı ‘İdeal Devlet’ başlığıyla Türkçe’ye tercüme ettim ve eser 2023 yılı başında Divân yayınları tarafından yayımlandı. Bu projenin, söz konusu tercümesi ile derinlik kazanan Farabi çalışmalarına ve adalet duygusunu merkeze alan ahlak ve duygu felsefesi çalışmalarına yeni ve özgün bir bakış açısı kazandıracağını düşünüyorum” dedi.
Bu projeyle Farabi’nin adalet anlayışının günümüzde gittikçe gelişen duygu ve sezgi merkezli ahlak felsefesi yorumlarına esas teşkil edecek niteliğinin ortaya konulmasının hedeflendiğini belirten Doç. Dr. Ilgaroğlu, yine Farabi felsefesinin Batı düşüncesini derinden etkileyen orijinal ve evrensel bir düşünce olduğu gerçeğinin de bu proje sayesinde gün yüzüne çıkacağını söyledi.
“Avrupa’da bu alandaki tek yükseköğrenim kurumu”
Avrupa’da alanında uzman bir okulda araştırma yürüteceğini söyleyen Doç. Dr. Ilgaroğlu, “1916 yılında Doğu Çalışmaları Okulu olarak kurulmuş olan SOAS, İngiltere’nin başkenti Londra’da bulunan ve adından da anlaşılacağı üzere varlığını Afrika, Asya ve Ortadoğu’daki düşünce geleneklerini, dilleri, kültürleri ve toplumları incelemeye adamış çok önemli bir üniversitedir. Avrupa’da bu akademik uzmanlığa sahip tek yükseköğrenim kurumudur. Bugün SOAS’ta düşünce ve dil araştırmalarından, siyaset ve sosyal bilimlere kadar Asya, Afrika ve Orta Doğu’ya ilişkin çok çeşitli konular incelenmektedir. İlk kez 1973’te açılan SOAS Kütüphanesi şu an bir buçuk milyondan fazla basılı kaynağı barındırmakla birlikte elektronik veri tabanlarının tümüne sahiptir. Araştırma projemin danışmanlığını üstlenen Profesör Ayman Shihadeh, bu kurumun felsefe ve din bilimleri bölümünün başında yer alan uluslararası bir İslam felsefesi uzmanıdır. Profesör Ayman’ın danışmanlığı ve kurumun zengin akademik insan ve bilgi kaynağı ile başarılı bir araştırma ve Farabi felsefesinin Batıda nasıl yorumlandığına dair objektif bir değerlendirme ortaya çıkacaktır” diye konuştu.
Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı
Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü Botanik Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hatice Demiray, endemik bitkiler ve iklim krizinin endemik bitkilere etkisi hakkında bilgi verdi. Prof. Dr. Demiray, “Nadir ve endemik türlerin yaşama ortamları insan etkinlikleriyle bozulursa ya da bu ortamlar parçalara bölünürse, önce bu türlerin dağılış alanları ve popülasyon büyüklükleri azalmakta, sonra da bu türler, diğer türlere kıyasla yok oluşa doğru daha hızlı gitmektedir” dedi.
Prof. Dr. Hatice Demiray, “Endemik bitkiler, dünyanın hiçbir yerinde yetişebilme ihtimali bulunmayan, yalnızca kendi yöresine özgü olan türlerdir. Endemizmin pek çok sebebi vardır. Bunlardan birisi mutasyondur. Mutasyon; ortam şartlarının etkisiyle canlıların genlerinde meydana gelen kalıtsal değişikliklere denir. Çevre şartlarının değişikliği kromozom ve genlerde birtakım değişikliklere sebep olur. Bu durum eşeysel hücrelere geçer ve oradan da yeni oluşacak döllerde bu değişiklik kendini gösterir. Bu değişken kromozomlar oğul fertlerin genotip ve fenotipini değiştirerek ana ve babaya benzemeyen farklı döllerin oluşmasına sebep olurlar. Genetik Rekombinasyon ise Homolog Kromozomlar üzerinde bulunan Alellerin- Kromatit parçası değiştirmesi sonucunda esas hücreye göre farklı yeni kombinasyon yapmaları olayıdır. Bu olay Crossing-Over denen homolog kromozomların parça değişmeleri sonucu ortaya çıkar. Bu olay esnasında kromozomların farklı parçaları bir araya gelip ana babadan farklı tipler meydana getirebilirler. Doğal seleksiyon ise, doğal olarak sağlam ve kuvvetli fertlerin yaşayıp, zayıf fertlerin elimine olması demektir. Belirli bölgelerde meydana gelen lokal ekolojik şartlardaki değişikliklere ancak o şartlara dayanabilen kuvvetli fertler yaşamlarını sürdürebilirler. İşte doğal seleksiyon ile bu şekilde endemik türler ortaya çıkabilir. Ancak bu endemik türler jeolojik zamanlardan beri orada bulunup değişen şartlara rağmen yaşayabiliyorsa bunlar Paleo-Endemik, şartlar değiştikten sonra o yöreye gelip yerleşmiş ise bunlar Neo –Endemik bitkilerdir” dedi.
“İzolasyon da bir endemizm sebebidir”
Herhangi bir doğal şart ile etrafı sınırlandırılmış bölgelere izole edilmiş yerler dendiğini vurgulayan Prof. Dr. Demiray, “Etrafı ovalar ile çevrili yüksek dağlar, okyanuslar ortasındaki bazı adalar doğal olarak izole edilmiş bölgelere örnektirler. İşte bu gibi sahalarda yetişen bazı bitkiler doğal şartların engellenmesi ile yayılış alanlarını genişletemezler ve yaşadıkları bölge için endemik bitki olarak kalırlar. Birbirinden bir ova ile ayrılan, izole olmuş ve zıt ekolojilerin görüldüğü orta yükseklikteki veya yüksek dağlar endemiklerce zengindirler. Bir çöl ortasından yükselen izole dağlar ve tepeler de yüksek endemizmleri ile göze çarparlar. Adalar da izole olmuş alanlar oldukları için endemik tür bakımından zengindirler. Endemiklerin yüzde 21,5’i kireçli kayalar üzerinde bulunmaktadır. Yüzde 5’i volkanik, yüzde 4,75’i de metamorfik kayalar üzerinde bulunur. Kalan kısmın ise kayaya bağlı bir seçiciliği yoktur. Kireçli kayalar üzerinde daha fazla endemiğin bulunuşu, endemiklerin fazla olduğu bölgelerde bu tip kayaların yaygın olmasından kaynaklanmaktadır” dedi.
“İnsan etkisi endemik türleri riske atıyor”
İklim krizinin endemik bitkilere etkilerine değinen Prof. Dr. Demiray “İklim değişikliği günümüzün en önemli çevresel sorunlarının başında gelmektedir. Sera gazları, su buharı, karbon dioksit, metan, azot dioksit, hidrofloro karbon ve ozon atmosferde radyasyona neden olarak yeryüzü yüzeyinin ısınmasına yol açmaktadır. İnsanoğlunun faaliyetleri direk olarak ekolojiyi etkileyerek küresel iklim değişikliğinin artmasına neden olmaktadır. Nadir ve endemik türlerin çoğu; küçük ya da tek bir coğrafik bölgede yetişmek, yalnızca bir veya birkaç popülasyona sahip olmak, popülasyonların küçük olması ve çok az genetik çeşitlilik göstermesi, insanlar tarafından aşırı ölçüde avlanılması ya da hasat edilmesi, popülasyonun gittikçe azalan bir eğilim göstermesi, üreme potansiyelinin düşük olması, özelleşmiş ekolojik nişlere ihtiyaç duymaları, kararlı, durağan ve değişime duyarlı bir çevrede yetişmeleri gibi özellikler endemik bitkilerin yok oluş olayına karşı özellikle duyarlı olunmasına yol açar. Nadir ve endemik türlerin yaşama ortamları insan etkinlikleriyle bozulursa ya da bu ortamlar parçalara bölünürse, önce bu türlerin dağılış alanları ve popülasyon büyüklükleri azalmakta, sonra da bu türler, diğer türlere kıyasla yok oluşa doğru daha hızlı gitmektedir. Bu durum, endemik türlerin genetik kaynaklarının korunması çalışmalarında öncelikle ele alınmalı ve dikkatlice izlenip yönetilmelidir” diyerek uyarıda bulundu.
Sıcaklık artışının da endemik bitkileri olumsuz etkilediğini dile getiren Prof. Dr. Demiray “Artan sıcaklık özellikle pas funguslarının spor çimlenmesini artırır. Aynı şekilde bazı yaprak lekesi hastalıklarının artışına neden olduğu rapor edilmiştir. Tahılların pas hastalıklarına hassasiyetleri, sıcaklığa bağlı olarak artar. Sıcaklık, bazı bakteriyel hastalıkların yerleşimi için hayati rol oynar. Sıcaklığa bağlı olan hastalıkların görülmediği yerlerde bakteriyel enfeksiyonların başladığı görülebilir. Sıcaklık artışıyla, ekstrem yağış ve daha da artan atmosferik nem konsantrasyon söz konusu olmaktadır. Bu durum bitkilerin daha düzenli ve güçlü gelişmesine neden olsa da uzun periyodlar dayanıklık ve kök hastalıkları başta olmak üzere diğer yaprak hastalıklarının artışına neden olur. Yüksek nem birçok yaprak hastalığının ve toprak kökenli fungal patojenlerin gelişimi için uygun koşul oluşturur. Bir de hastalık yapan endemik böcekler tornado gibi ekstrem hava koşullarıyla dünyanın başka yörelerine dağılıp orada da hastalık oluşturuyor” dedi.
Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı
Yaşlanmayla diş eti hastalıkları ve diş çürümesi gibi problemlerin arttığına dikkati çeken uzmanlar, bu problemler tedavi edilmezse diş kaybına yol açabildiğini söylüyor.
Diş eti hastalıklarının diş kaybının en önemli nedenlerinden biri olduğunu dile getiren Protetik Diş Tedavisi Uzmanı Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Yaşlı bireylerin ağız ve diş sağlığını korumak genel sağlık ve yaşam kalitesi için çok önemli.” dedi.
Üsküdar Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Protetik Diş Tedavisi Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, yaşlanma sürecinde ağız ve diş sağlığının nasıl etkilendiği hakkında bilgi verdi.
“Diş eti hastalıkları ve diş çürümesi tedavi edilmezse diş kaybına yol açabilir”
Yaşlanma ile birlikte diş eti hastalıkları ve diş çürümesi gibi problemlerin arttığına dikkati çeken Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Bu problemler tedavi edilmezse diş kaybına yol açabilir. Diş eti hastalıkları da diş kaybının en önemli nedenlerinden biridir. Yaşlı bireyler, diyabet, kalp hastalığı ve bağışıklık sistemi zayıflığı gibi kronik hastalıklara sahip olma eğiliminde olduklarından diş eti hastalıklarına daha yatkındırlar.” dedi.
“Yaşlanma ile birlikte tat alma duyusu da azalabiliyor”
Tükürüğün ağızdaki yiyecekleri yıkadığı ve bakterileri yok ettiği için ağız ve diş sağlığı için önemli olduğuna vurgu yapan Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Yaşlanma ile birlikte tükürük üretimi azalır bu da ağız kuruluğuna ve diş çürümesi ve diş eti hastalıklarına daha yüksek risk anlamına gelir. Ağız kuruluğu ise tat alma duyusunda azalma, yutma güçlüğü ve ağızda yanma hissi gibi çeşitli problemlere yol açabilir. Ayrıca yaşlı bireylerde, protez kullanımı veya bazı ilaçların yan etkisi gibi çeşitli nedenlerden dolayı ağız yaraları da yaşanabilir. Yaşlanma ile birlikte tat alma duyusu da azalabilir. Bu durum, beslenme düzenini ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyebilir.” diye anlattı.
Yaşlı bireylerin ağız ve diş sağlığını korumak için öneriler
Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, yaşlı bireylerin ağız ve diş sağlığını korumak için şu önerilerde bulundu:
“Günde iki kez diş fırçalamak ve günde bir kez diş ipi kullanmak. Düzenli olarak diş hekimi kontrolünden geçmek. Diş eti hastalıklarının önlenmesi ve tedavisi için gerekli adımları atmak. Şekerli ve asitli yiyecek ve içeceklerden kaçınmak. Yeterli su içmek. Tükürük akışını artırmak için sakız çiğnemek veya şekersiz pastiller kullanmak. Protezin hijyenine dikkat etmek. Düzenli egzersiz yapmak ve sağlıklı beslenmek.”
Yaşlı bireylerin ağız ve diş sağlığını korumanın genel sağlık ve yaşam kalitesi için önemli olduğunu da ifade eden Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Düzenli diş bakımı ve sağlıklı yaşam tarzı alışkanlıkları ile yaşlı bireyler, ağız ve diş problemlerini önleyebilir ve diş hekimi olarak yapacağımız takip ve tedavilerle sağlıklı bir gülümsemeye sahip olabilirler.” dedi.
Yaşlı hastalarda yaygın sorun; diş eksikliği…
Diş eksikliği durumlarında yaşlı hastalara hangi seçeneklerin sunulduğunu da anlatan Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Diş eksikliği, yaşlı hastalarda yaygın bir sorundur ve yaşam kalitesini önemli ölçüde etkileyebilir. Diş eksikliğini gidermek için çeşitli tedavi seçenekleri mevcuttur.” dedi.
Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, en yaygın seçeneklerin başında protez dişler olduğunu kaydederek, protez dişleri şöyle sıraladı:
Protez dişlerin avantajları ve dezavantajları ne?
Protez dişlerin nispeten daha uygun maliyetli olduğunu, hızlı bir şekilde uygulanabildiğini ve çıkarılarak temizlenebildiğini de kaydeden Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, protez dişlerin dezavantajlarını ise konuşma ve çiğnemeyi zorlaştırma ile ağızda rahatsızlık hissi yaratma olarak ifade etti.
İmplantların avantajları var mı?
Diş eksikliğini gidermek için diğer bir seçeneğin de implantlar olduğunu kaydeden Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, “Yapay diş kökü görevi gören ve çene kemiğine yerleştirilen titanyum vidalardır. Üzerlerine diş kronları veya köprüler yerleştirilir. İmplantların avantajları; Doğal dişlere en yakın işlevi ve estetiği sağlar, konuşma ve çiğnemeyi kolaylaştırır ve uzun ömürlüdür. İmplantların dezavantajları ise; protezlere göre daha pahalıdır, cerrahi bir işlem gerektirir ve her hasta için uygun olmayabilir.” diye bilgi verdi.
“İyi bir ağız hijyeni, diş eksikliğinin önlenmesinde önemli rol oynuyor”
Yaşlı hastaların diş hekimi kontrollerini düzenli olarak yaptırmalarının önemine de işaret eden Prof. Dr. İbrahim Berk Bellaz, sözlerini şöyle tamamladı:
“İyi bir ağız hijyeni, diş eksikliğinin önlenmesinde ve tedavisinde önemli rol oynar. Yaşlı hastalar, diş eksikliği sorununu çözmek için çeşitli tedavi seçeneklerine sahiptir. Doğru tedavi seçeneği ile yaşlı hastalar, genel sağlıklarını ve yaşam kalitelerini önemli ölçüde iyileştirebilirler. Yaşlı hastalar için en iyi tedavi seçeneği, hastanın bireysel ihtiyaçlarına ve tercihlerine bağlıdır.”
Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı
Türk Epilepsi ile Savaş Derneği ve Abdi İbrahim, 26 Mart Dünya Epilepsi Farkındalık Günü kapsamında İstanbul Maslak’ta bir etkinlik gerçekleştirdi.
Türk ilaç sektörünün lideri Abdi İbrahim’in koşulsuz katkılarıyla gerçekleşen, “Gelin Bugün Epilepsi Konuşalım – Epilepsi Korktuğun Gibi Değil” temalı etkinlikte, epilepsi hakkında doğru bilinen yanlışlara ve toplumdaki ön yargılara değinildi. Özellikle epilepsili bireylerin de çalışabileceğine dikkat çekildi.
Epilepsi, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 1’ini etkileyen, kısa süreli beyin fonksiyon bozukluğuna bağlı, tedavi edilebilir bir beyin hastalığıdır. Epilepsili bireyler doktorları tarafından verilen tedaviye uyum sağladıkları sürece nöbetleri kontrol altına alınabilir ve günlük yaşantılarına devam edebilirler. Ancak epilepsi hakkında doğru bilinen yanlışlar, toplumu önyargıya itmektedir. Bunlardan biri de epilepsili bireylerin çalışamayacağı yönündeki yanlış bilgidir.
Toplumun bu yanlışlar hakkında bilgilendirilmesi için çalışma hayatının merkezlerinden biri olan İstanbul Maslak’ta Türk Epilepsi ile Savaş Derneği, Abdi İbrahim’in koşulsuz katkısıyla bir etkinlik düzenledi. Etkinlikte kurulan “Mor Kabin” aracılığı ile “Epilepsili Bireyler Çalışabilir” mesajı verildi.
Yoğun ilgi gören etkinlikte çok sayıda insan epilepsi ile ilgili bilinçlendirildi. Mor kabin içindeki fotoğraf çekme aktivitesiyle de bu anlamlı etkinlikten fotoğraflar sosyal medyada paylaşılarak daha geniş bir kitle üzerinde farkındalık yaratıldı.
Türkiye’de yaklaşık 1 milyon epilepsili var
Beyindeki kontrolsüz elektriksel yayılımlar sonucunda epilepsili bireylerde nöbetler oluşur ve bu toplumda “sara hastalığı” olarak bilinir. Epilepsi hemen her yaşta görülebilir. Epilepsi nöbetlerinin çok çeşidi bulunmakla birlikte temelde iki tür nöbet görülür: Parsiyel nöbetler (beyinde bir bölgeye sınırlı başlayan nöbetler) ve jeneralize nöbetler (beyinde yaygın olarak başlayan nöbetler). Türkiye’de halen 1 milyon kadar epilepsili birey bulunuyor.
Epilepsi ve çalışma hayatı
Çalışma hayatında işe alımlarda kişinin epilepsili olduğunu öğrenen işverenlerin genel tavırlarının değiştiği görülmüştür. İş ortamında yaralanma oranı, işe gitmeme, hastalığa bağlı iş kaybı ve iş üretimi açısından bakıldığında epilepsili bireyler ile sağlıklı bireyler arasında fark olmadığı tekrarlanan çalışmalarda gösterilmiştir. Fakat toplumun epilepsiye bakışı ve epilepsi hakkındaki bilgisizliklerine bağlı olarak bu yüksek işsizlik oranı devam etmektedir.
Türkiye’de bir takım koruyucu önlemler olsa da bunların yeterli olmadığı görülmektedir. İşverenler, 50 ve üzeri sürekli işçi çalıştırdıkları işyerlerinde yüzde 2 oranında bedensel ve zihinsel engelli bireyi durumlarına uygun işlerde çalıştırmakla yükümlüdür. Bu kanuna göre, engelli birey; beden ve zihin gücünden yüzde 40 ve daha fazla oranda yoksun olduğunu resmi sağlık kurulu raporu ile belgelemiş, bir iş bulmakta genellikle zorluk çeken fakat herhangi bir işyerinde söz konusu yetersizliğe rağmen bazı işleri hemen veya kısa bir alıştırma sonunda yapabilecek durumda olan kimselere denir. Ancak bu kanundan yararlanabilmek için epilepsili bireylerin tedaviye rağmen nöbetlerinin devam etmesi gerekmekte, bu kanun remisyonda (kronik hastalığı olduğu bilinen kişilerde hastalık aktivitesinin bulunmadığı durumlar) epilepsili bireylerin haklarını koruyamamakta ve bu kişilerin önyargılarla işe alınmamaları sorununu çözmemektedir.
Epilepsi nöbeti geçiren birine nasıl yaklaşılmalı?
Hastalar neler yapmalı?
Abdi İbrahim Tower, epilepsi farkındalığı için mora büründü
Dünya Epilepsi Günü, hastalığın simgesi olan mor renkten hareketle Mor Gün olarak da biliniyor. Mor Gün fikri 2008’de, Kanada’da yaşayan 10 yaşındaki epilepsili Cassidy Megan öncülüğünde ortaya çıktı. Cassidy, bazı kültürlerde yalnızlığı sembolize ettiği ve epilepsililerin çoğunun maruz kaldığı toplumdan izole edilme hissini çağrıştırdığı için mor rengi tercih etti. Mor Gün etkinliği çerçevesinde her yıl 26 Mart’ta insanlar mor renkte giyinerek epilepsi ile ilgili farkındalık yaratmaya çalışıyor. Abdi İbrahim de farkındalık çalışmalarına destek vermek amacıyla, geçmiş senelerde olduğu gibi bu 26 Mart’ta da İstanbul Maslak’taki genel müdürlük binasını mor renkle ışıklandırdı.
Kaynak: (BYZHA) Beyaz Haber Ajansı